2008 yılına toplumsal bir korkuyla girdik.
Tamda batılılaşma sürecini
Avrupa birliği projesiyle tamamlamayı düşünürken
birden kendimizi İranlaşma veya Malezyalılaşmanın eşiğinde bulduk.
Toplumun bir kesimi
cumhuriyetin ve laikliğin sonunun geldiği endişesini yaşarken
ve bu korkuyu dillendirirken,
diğer kesim yersiz bir korku yaşanıldığını
ve bu yersiz korkuyu yaşayanları bir doktora görünmesini istiyor.
klinik bir durum
Oysa manzara-i umumiye şu:
Ülkede bu rejime muhalif olarak hayatını sürdürmüş insanlar,
devletin en üst makamlarında.
Devletin her makamında pervasızca kadrolaşıyorlar.
Ülkeyi pervasızca yönetiyorlar.
Devletin her kurumu kendi içinde personeliyle
ve diğer kurumlarla çekişme içinde.
Devletin en önemli kurumları
yapmış olduğu hayati görevlerden sonra
aşırı hassasiyet içine giriyor.
Hangi kurumun,
kimi,
niçin
ve nereye kadar
destekleyeceği
veya köstekleyeceği belli değil.
Küresel güçlerin
alınan kararlarda
ne kadar etkin olduğu belli değil.
Ama etkin olduğu kesin.
Bu ahval ve şerait içinde soru şu:
Türkiye bir şeriat devleti olur mu?
Türk insanı
bugüne kadar kazanmış olduğu yaşantı şeklini
değiştirmek zorunda kalır mı?
Bu sorunun cevabı çok basittir.
Türkiye tarihinin hiçbir döneminde şeriat devleti olmadı.
Bundan sonrada olmaz.
Ama sanırım sorun bu değil.
Kimse İslam dan,
başını örten kişilerden,
inancını yaşamak isteyenlerden korkmuyor.
Korkmamalıda.
Lakin şöyle bir korku olmalı.
Türkiye bir totaliter rejime doğru mu gidiyor?
Sanayileşme
toplum bilimcilerin dünyadaki rejimleri
iki başlık altında toplamalarını mümkün kıldı.
1-Demokrasi
2-Totalitarizm
Totalitarizm, demokrasinin dışındaki yönetimlerin hepsidir.
Yani: faşizm de
kominizim de,
teokratik yönetimlerde totaliter rejim adı altında toplanır.
insanlar bu yönetimden korkmalı.
Böyle olunca da insan kendi kendine soruyor:
Biz totaliter bir rejime doğrumu gidiyoruz?
Eğer korku konusunun sorusu bu ise
cevabı korkmalıyız olmalı.
Çünkü: Küresel konjöktür buna müsait.
Dünyayı yeniden şekillendirmeye çalışan küresel güçler,
bu şekillenmenin merkezinde olan bir ülkede
halkın etkin olduğu bir rejim yerine
karizmatik bir liderin etkin olduğu rejimi uygun görür,
destekler.
Bu yüzden küresel açıdan bir korku yersiz değildir.
Korkuyu destekleyen iç sebepler ise:
Siyasilerimizin Atatürk’ün gösterdiği duyarlılığı gösterememesidir.
Devletin en başındaki kişi
evlendiği eşinin başını kapatmış.
Başbakanın hanımının hikayesi ise daha korkunç ve gerçekçi.
Onun başını abisi kapattırıyor
ve nasıl bir yöntem uyguluyorsa
Emine Hanım intihar etmeyi bile düşünüyor.
İşte tam da sorun bu:
Yani zorbalık ve zorlama ihtimali.
Yoksa kişisel özgürlük alanının tercihi
kimi neden korkutsun?
Atatürk ne demişti:
“kadınlar kendi kararlarını kendileri verir”.
Yeter ki
babalar,
ağabeyler,
sevgililer,
eşler
velhasıl erkekler bu işe el atmasın.
Yada o attıkları eli çeksinler.
Bu Türkiye için gerçek çözüm olur.
Lakin bu çözümü de ancak kadınlar talep edebilir.
Özgürlük alanlarımızı genişletin
Ve bizi, bizle baş başa bırakın diyerek.