Batıda din devlet ilişkileri
üç aşamadan geçerek bu günkü noktaya geldi.
1-Kilise bir inananlar topluluğundan ibaret olduğu dönem.
İsa’dan sonra ilk üç asırdır.
Bu cemaatin bireyleri,
dünyaya fazla ilgi göstermeyen
kendisini ibadet ve Hıristiyanlık dinini tebliğe adamış,
İsa’nın tekrar dünyaya döneceği beklentisi içerisinde kimselerdir.
2-Devletin dini tanımaya başladığı dönem.
IV. asırdan itibaren Hıristiyanlık üzerinden baskı ve işkence bitmiş, onlar da devletin imkânlarından ve dünya nimetlerinden rahatça istifade edebilecek bir konuma gelmişlerdi. Hıristiyanlığı temsil eden Kilise, devletle iç içe görev taksimi şuuru ve uyum içerisinde hareket etmişti.
3-Dinin baskın olduğu dönem.
VIII. yüzyılın sonlarına doğru
Kendine ait topraklar üzerinde
maddi otoriteye sahip olan Kilise,
Hıristiyan nüfusun yaşadığı coğrafya üzerinde de
manevi otorite sahibi idi.
Oraları dini eyaletlere ayırıyor,
piskoposlar tayin ediyor ve
Hıristiyan halktan devletten ayrı olarak vergi topluyor,
Kilise mahkemelerinde halkı yargılıyordu.
Din devlet ilişkilerinin sarmaş dolaş olduğu
ve dinin baskın olduğu bu sürece birinin çıkıp,
“Sezar’ın hakkı Sezar’a İsa’nın hakkı İsa’ya” demeliydi.
Dedi
Denildiği gibi oldu.
Yalnız oluş süreci çok zorlu oldu.
Toplumsal ayaklanmalar,
iç çekişmeler, iktidar değişiklikleri, rejim değişiklikleri sonunda
denilenin ne olduğu da anlaşıldı.
Laiklik veya bir başka deyişle
Sekülerizm ya da
dünyevileşmek.
Dünyevileşmek;
Batı için din adamlarının tahakkümünden,
kilisenin baskısından kurtulmak demekti.
Dünyevileşmek batı için
sosyal hayatın,
ekonomik hayatın,
siyasi hayatın,
kültürel hayatın
din diye dayatılan tabulardan kurtulması demekti.
Kurtuldu
Batı için sürecin anlamı
insan düşüncesinin özgürleşmesi demekti.
Öylede oldu.
Dünyevileşmeyle beraber batı;
ilmi sahada,,
düşünce sahasında,.
Sanat sahasında çok yol aldı.
Dünyevileşme yolunda ilerleme sağlandıkça
din devlet ilişkileri,
din birey ilişkilerine dönüştü.
Artık din devletin değil
bireyin ilgi alanıydı ve
devlet bu alanı sadece korumakla görevliydi.
Bir başka sürecin kahramanları
bir gün baktılar ki yolları batıyla kesişmiş.
Önlerin dede üç tane cafcaflı kelime
Laiklik
Sekülerizm
Dünyevileşmek
Önce laiklik öyle baskın çıkar ki
Sekülerizm ve dünyevileşmenin sesi sedası çıkmaz.
Varsa da yoksa da laiklik
İmparatorluktan milli devlete
geçişin sonunda yaşanan tüm zamanların
en ateşli tartışma konusu hep laiklik olmuştur
Laiklik
körün deveyi tarif etmesi gibi tanımlandığından
ortalığı bir toz duman almış
ve bu toz duman içinde kimsede
-yahu ortada İsa’da yok Sezar’da yok –
biz bu hakkı kime neden nasıl vereceğiz diye sormaz.
Aslında sormadığı için
sorunun cevabının olup olmadığını da merak etmez.
Sezar’ın ve İsa’nın olmadığı toplumlarda
din ve devlet ilişkilerinin nasıl olacağını karara bağlamak
sanırım o toplumların iyi analiz edilmesiyle mümkün.
Bir şekilde, bir tarihte çakıştırılmaya çalışılan din devlet
ilişkilerinin serüveni batıda ve doğuda aynı seyri takip etmemiş ki
çözümde aynı olsun
Batı sorunu dünyevileşmek olarak tespit etti.
dünya ile ilgili işlerde dini kenara çekti..
ki zaten Hıristiyanlığın din olarak özelliği dünyevi değil,uhrevi oluşuydu-
ülkeler bu dini kenara çekme işini katı bir şekilde yaptı ise laiklik,
biraz daha yumuşak yaptı ise Sekülerizm diye nitelendirdi.
Ya biz
Din devlet ilişkilerinin düzenlenmesi sürecinde
bizim batıdan farklı süreçlerin kahramanları olduğumuzun
ortaya çıkmasının sağlayan kavram dünyevileşmektir.
Hıristiyanlık bir uhrevi manzumeler bütünü olduğu halde
Müslümanlık uhrevi olduğu kadar
dünyevi çizgilerde taşır.
Hıristiyanlık uhrevi özellik taşıdığından
dünyevi konulara çözüm konusunda zorlandığı zaman
güç kaybetmemek için toplum üzerinde baskı oluşturarak çözüm bulmuştur.
Zaman içerisinde bu baskı mekanizması kurumlaşmış
ve bildiğimiz kiliseler ve din adamları sınıfını doğurmuştur.
İslam ise hem uhrevi hem dünyevi olduğu için
bir baskı kurumu olarak kiliseleri veya
din adamları sınıfını yaratmamıştır.
Batı: Sorunu Kurumu ve sınıfı (dini)toplumun üzerinden çekerek çözdü.
Peki, bu kurum ve bu sınıfın olmadığı toplumlar sorunu neleri nerelerden çekerek çözeceklerdi
Soru bu
Sorunda bu
BİZDE DİN DEVLET İLİŞKİLERİ SÜRECİ
İslam’ın uhrevi ve dünyevi boyutunun olması
din devlet ilişkilerinin iki kanalda kurumlaşmasına yol açtı
İnsanın dünyevi ihtiyaç ve sorularının cevapları için medreseleri
uhrevi ihtiyaç ve soruların cevabı için ise tekke ve zaviyeler oluşturuldu
Tekke ve zaviyelerin kurumlaşması x, xı yüzyıllarda gerçekleşir ki
bu yüzyıllar Türklerin kitleler halinde Müslümanlaştığı,
İslam çizgili devletler kurduğu yani
Türk- İslam devletlerinin boy gösterdiği zamanlardır
Tekke ve medreseler arasındaki tercihte
Türkler tekkeyi tercih etti.
Bu tercihte veya öncelikte
Türkün yaşantı şeklinin
dünyayı algılama biçiminin de etkisi vardır.
Tekke dinamik din demektir.
Dinamik din sınırları sayıları belli insan gruplarına değil
geniş halk tabakalarına hitap eden dindir
Dinamik din
dinamik sosyal hayatı olan milletin derdine derman oldu.
Türk tarihinde tekke ile medrese arasında bir çekişme
veya birinden birini tercih söz konusu olmamıştır.
Olan tamamen birbirinin tamamlanmasıdır.
Medreseler ilim irfan çizgisinde
toplumu sürüklerken tekkeler bu sürüklenmede kitleleri yönlendirmişlerdir.
Hani yunusun dediği gibi
İlim ilim bilmektir.
İlim kendin bilmektir
Medreseler ilmin peşinde giderken
tekke ve zaviyeler insanların
kendilerini bilme konusunda çaba harcamışlardır.
Bu terkip Tanzimat’a kadar devam etti.
Uyumlu işledi.
Çünkü her şey bir bütünlük içinde,
Türk- İslam uygarlığı mantığı çerçevesinde devam ediyordu.
Tanzimat la işler değişti.
Değişimin iki sebebi vardır.
1.Medreselerinde tekkenin de yozlaşması.
2-toplumsal sorunlara çözümü, kendi gerçeklerimiz yerine dışardan dayatılan reçetelerle çözme merakı
Haliyle Tanzimat’a kadar insanın kendini tanıması
ve insani değerlere hizmet eden tarikatlar ve tekkeler
zaman içinde bir başka uygarlığın mantık dokusu içinde
“fazla sermayeyi daha fazla hale getirmenin peşine düştü.”
ki aslında bu süreç toplumun batılılaşması,
tekkelerin kiliseleşmesi sürecidir de.
Tekke ve zaviyeler tarikatlar
birer baskı kurumu haline
bu kurumun önderleri de
din adamları, en azında kanaat önderleri şekline bürünmüştür.
Devletin güç kaybettiği dönemlerde
veya siyasilerle din istismarcılarının
güç birliği yaptıkları dönemlerde
bu gerçek daha bariz bir şekilde görülmüştür
Osmanlının son dönemlerinde
ve cumhuriyetin ilk dönemlerinde
bu kurumların toplum üzerindeki etkisi fevkalade noktaya ulaşmıştır.
Mili devleti kuran kadrolar
bu kötü gidişe son vermek için çözümü
tekke ve zaviyelerin kapatılmasında görmüş
ve 677 nolu yasayı çıkarmıştır.
Aslında çözüm doğruydu.
Yapılan, dini örten, kur-an’ı geri plana atan,
islamın uhrevi dünyevi denklemini
dünyevi olmaktan yana
ve onu da ihtiraslar babında kullananların merkezi
olan tekke ve zaviyelerin kapatılmış
şeyhler ve dervişler daha doğrusu
dini istismar edenlerin maskelerinin indirilmesi yoluna gidilmiştir.
Lakin bu sağlıklı gelişme
tarikatların “din elden gidiyor” yaygarası
ve devleti yönetenlerin bilinmez hangi sebeple
söylenenleri haklı çıkaracak davranışlarda bulunması
din devlet ilişkilerinin düzenlenmesi meselesini
toplumun ana kavga sebebi haline getirmiştir.
Kavganın başında
devlet orantısız güç kullandığı için tarikatlar
varlığını gizlice sürdürme yoluna gitmiş
ve “yasak olan cazip olur” gerçeği çerçevesinde
daha da güçlenerek zamanımıza ulaşmıştır
Bu gün tarikatlar kurumlaşmış,
tarikat şeyhleri ise etkin toplum önderleri haline gelmiştir.
Halkın inançlar konusundaki samimiyeti
ve fakat bilgisizliği ülkeyi orta çağ Avrupa sına çevirmiştir.
Bu gerçeğin adı ,ülkenin ortaçağlaşması,
dinin ise orta çağ Hıristiyanlığına benzemesidir
Çözüm dinin kul ile Allah arasındaki
özel ilişki olduğunun kabul edilmesi
Hem uhrevi hem dünyevi olan İslamiyet’in
asıl kaynaklarına inilmesi
Ve bireyin bilgilenme ve bilgisini kullanma özgürlüğünün
artırılmasında yatmaktadır